7 Haziran 2012 Perşembe

XNA, EVRİM TEORİSİNE NEDEN DELİL OLAMAZ?


XNA ismindeki sentetik DNA, evrime delil olarak çeşitli haber sitelerinde yutturulmaya çalışılmakta.
1] Evrimciler, DNA’nın kendi kendine tesadüfler ve mutasyonlar sonucu doğal seçilim yolu ile oluştuğunu söyler. XNA ise, tesadüfen oluşmamıştır. Laboratuarda eğitimli ve şuurlu bilim adamlarınca üretilmiştir.
2] Bilim adamlarının XNA’yı üretmek için önce 6 farklı molekül üretmeleri gerekmiştir. Bu 6 farklı molekülün her birini doğru şekilde üretmek için ise, yüzlerce deneme yanılma yapmışlardır. Evrim teorisine göre, ilk deneme başarısızsa işlem devam etmez. Çünkü işlevliği olmayan birşey, kaydedilemediğinden veri silinir ve o işlem daha tamamlanmadan biter. Kontrollü bir laboratuar ortamında bile deneme yanılma olmaksızın oluşturulamayan bir molekül, doğa şartlarında kendi kendine asla meydana gelemez.
3] Üretilen XNA, DNA ile benzer işlevlere sahip olabilir. Ama bu durum evrime delil teşkil etmez.Bir Shakespeare eserini alıp yüzlerce hatta binlerce fotokopisini çektiğimizi ve bunları ciltlediğimizi varsayalım. Alıp okuduğumuzda içindeki bilgi, orjinal eserinki ile aynı olacaktır. Ama eseri yazan biz değil; Shakespeare’dir. Bugün bilim adamları, doğadaki teknolojilerin bir çoğunu taklit etmektedir.Ancak taklit etmek; evrimi değil yanlızca doğadaki tasarımların ne kadar mükemmel bir şekilde yaratıldığını kanıtlar. Çünkü, taklit etmek için taklit edeceğiniz ve model alacağınız tasarımın, en iyi tasarım olması gerekir. Kötü bir tasarımı taklit edemezsiniz. Zaten bozuktur çalışmaz. Ancak kusursuz olan, mükemmel tasarımlar taklit edilebilir.
Bir şahini taklit ederek savaş uçağı ürettiğinizde, “bakın laboratuarda şahin yaptım” diyemezsiniz. Şahin’inden esinlenerek, onu kendime model alarak “uçak yaptım” diyebilirsiniz. Bu durum da tamamen aynıdır. Üretilen şey, DNA gibi organik bir yapı değil; DNA’yı taklit eden sentetik bir yapıdır.

TESADÜFLERİ İLAH EDİNMİŞ PUTPEREST DİN


  • Evrim teorisi ortaya atıldığı günden itibaren pek çok bilim dalında yaşanan gelişmeler, bu teorinin iddialarını birer birer geçersiz kılmıştır. Buna rağmen teori savunulmaya devam etmektedir. Bilimsel bir teori geçersiz olduğu ispat edildiğinde rafa kaldırılır ve tartışma kapanır. Ancak Darwinizm için durum farklıdır. Evrim aleyhinde gösterilen deliller ne kadar güçlü ve kesin olursa olsun, evrimciler bunları görmezden gelmekte, inançlarını şiddetli bir şekilde savunmaya devam etmektedirler.
  • Ateşe tapınma, yıldızlara tapınma, güneşe tapınma, uzaylılar tarafından yaratıldığını düşünme, bazı hayvanları kutsal saymak nasıl bilimsel değilse Darwinizm de bilimsel değildir. Çünkü bu batıl inanışlar gibi Darwinizm de putları ve sahte ilahları olan bir dindir.
  • Darwinizm’in putlarından en önemlisi “tesadüf putu”dur. Hangi Darwinist eseri okursanız okuyun, evrimcilerin bu putun gücü(!) ve kabiliyetleri(!) hakkındaki iddialarını görürsünüz. “Tesadüf putu”, Darwinizm’in hayat damarıdır, özüdür…
  • Evrimciler, “tesadüf putu”nun her yaptığının bir hesap üzerine olduğunu iddia ederler. Onlara göre bu put herşeyi düşünebilir(!), her adımını önceden hesaplayabilir(!).
  • Evrimciler, garip bir güce inanırlar. Maddeye ilahlık vermektedirler. Maddenin canlıları imal edebileceğine, bir canlının başka bir canlı meydana getirebileceğine iman etmişlerdir. Bilim bunları reddetmektedir ama Darwinistler için bunlar reddedilmez, inanılması gereken gerçeklerdir.
C:\Users\kişi\Desktop\tesaduf putu 1.jpg 
  • Darwinizm çılgınca, akılsızca hurafeler ve yalanlar üzerine kurulmuş eski bir Şaman Dini’dir. İslam’ın karşısına bu şirk dini getirilmiştir.
  • Darwinist Şaman Dini’ne göre toprak, su, taş, kaya duyabilir, hissedebilir, koku alabilir, işitebilir, renk algısına sahip olabilir.
  • Darwinizm dininin özünü, bilime ve akla aykırı olan bu saçma batıl tesadüf inancı oluşturmaktadır. Gerçekte insan aklı, hiçbir kompleks varlığın kendi kendine ve tesadüfen oluşamayacağını, mutlaka bilinçli bir planın ürünü olduğunu anlayabilecek kapasitededir. Ama, tıpkı kendi elleriyle yaptıkları putlara tapan putperestler gibi, Darwinistler de sahte ilahlara inanırlar.
  • Darwinistlerin kabul ettikleri saçma inanış ile eski putperest kültürlerin inanışları birbirine çok benzemektedir. Putperestler nasıl cansız putların tüm varlıkları yarattıklarına inanıyorlarsa, evrimciler ve materyalistler de yine cansız maddenin birtakım tesadüfler sonucunda tüm canlıları ve kendilerini yarattığına inanmaktadırlar. (Allah’ı tenzih ederiz.)
  • Öğrencilere biyoloji adı altında Darwinist Şaman Dini öğretilmesi kabul edilemez. Ancak bu dinden arındırılmış bir bilim dalı olarak biyoloji eğitimi gereklidir.
  • Milletimiz yerli evrimcilerin oyunlarına gülüp geçmektedir. Çünkü bilim dışı yalanlarla evrim ispatlanmaz. Bir delil varsa ortaya konur, böylelikle herkes doğru ile yanlışı kolaylıkla anlayabilir.
  • Evrimcilerden ise ellerinde kendi teorilerini destekleyecek fosil varsa sergilemeleri beklenmektedir. Bunu yapamıyorlarsa evrimi savunmaktan vazgeçmelidirler. Ara fosil yoktur, çünkü böyle bir şeyin olması da imkansızdır. Bulunan yüz milyon fosilin hepsi de yaratılışı göstermiştir. Evrim iddiasını destekleyen tek bir tane bile “ara geçiş formu” olacak fosil yoktur. Bu olmadıkça, Darwin, teorisinin çöpe atılabileceğini kendisi belirtmiştir.
  • Bugüne kadar evrimcilerin öne sürdüğü her fosil sahte veya geçersiz çıkmıştır. Örneğin Piltdown Adamı denmiş, sahte çıkmıştır, Nebraska Adamı denmiş, fosilin domuz olduğu anlaşılmıştır, Coelacanth denmiş, normal bir balık olduğu ispat edilmiştir. İnsanın evrimi hikayeleri için gösterilen tüm kafatasları ve kemik parçalarının bugünkü insanlara veya geçmişte yaşamış ancak nesilleri tükenmiş maymun türlerine ait olduğu kanıtlanmıştır.
     

DARWINİZM İNANCINDAKİ “ŞANS” KAVRAMI

Evrim teorisinin tek çıkış noktası olan şans kavramı, Darwin’in kendi eserinde bahsetmekten açıkça çekindiği, sebepsiz, amaçsız ve rastgele olaylar için kullanılabilecek bir kavramdır. (Rennan Pekünlü, Akıllı Tasarımın Evrimi ve Darwin Devrimi, Bilim ve Gelecek, Mart 2006, s. 30)
Evrim teorisi, herhangi bir Yaratıcı varlık kabul etmediğinden, canlılığın oluşumunu ve gelişimini içine alan tüm olaylar, şuursuz olayların, bilinçsiz ve amaçsız olguların sonucunda meydana gelmektedir. Bu iddiaya göre, yeryüzündeki tüm canlılık, bunların sahip olduğu kusursuz çeşitlilik ve komplekslik, tümüyle bilinçsiz ve şuursuz olayların şans eseri meydana gelen sonuçlarından ibarettir.
Kuşkusuz bu iddianın tutarsızlığının Darwin de farkındadır. Ancak, hiçbir yaratıcı güç kabul etmeyen materyalist inanca göre, teorisini bu mantıksızlık üzerine geliştirmesi gerekmektedir. Nitekim Sn. Pekünlü’nün, Darwin’in şans kavramına bakış açısı ile ilgili ifadeleri, bu gerçeği delillendirmektedir:
“(Darwin’in) Şans kavramıyla ilgili görüşleri iki zıt uçta incelenebilir. Bir yanda, ‘şansı herhangi bir şeyin nedeni olarak görmenin doğru olmayacağını, böylesi bir dilin, olayın nedenine ilişkin bilgi sahibi olmadığımız anlamına gelmeyeceğine’ deyiniyor. Diğer yandan, bazı olayların ‘rastlantısal’ (accidental) olduğuna ilişkin açık ve uzunca pasajları vardır. … Ancak şans kavramı, erken notlarında ve el yazmalarında daha sıkça kullanılmıştır. Daha sonra bu şans kavramının bırakılışının nedeni bilinmiyor! Kavram, Darwin kuramında en başından beri önemli bir yer tutmuştur.”
Açıktır ki, Darwin’in şans kavramı konusundaki endişeleri ve bu ifadeyi teorisinin çıkış noktası olarak belirtmekten çekinmesinin tek nedeni vardır. Bu neden, şans kavramının, bilinç, şuur ve mantıkla ilgili tüm olguları ortadan kaldırmasıdır. Oysa yeryüzündeki tüm canlılarda bilinç, şuur, sanat ve üstün bir dizayn hakimdir. Bunların tamamının “şans eseri” olduğunu iddia etmek, tüm bu kavramları ortadan kaldırdığı gibi, “amaçsızlığı” da beraberinde getirmektedir. Şans kavramı, yeyüzündeki bu çeşitlenmenin neden meydana geldiğinin cevabını oluşturmamaktadır.
İşte bu nedenle Darwin’in evrim teorisi, insan da dahil olmak üzere tüm canlıların amaçsız var edildiklerini ve amaçsızca yaşadıklarını savunmakta ve bunu toplumlara öğretmektedir. Günümüzde toplumların büyük bir bölümünde etkisini gösteren dejenerasyon, saldırı ve savaşlar, söz konusu amaçsızlığın, inançsızlığın sonuçlarıdır.
C:\Users\kişi\Desktop\darwin_g.jpg
Teorinin “şans” gibi bilinçsiz, şuursuz ve son derece çürük bir kavrama dayanması, Darwin’in ilk başlarda çekingen davranmasına neden olsa da, Darwin takipçileri bu fikre büyük bir bağımlılık göstermişlerdir. Artık rahatlıkla tesadüflerin ilahi güçlerinden bahsedebilmekte, bilinçsiz olayların mucizeler meydana getirdiğini iddia edebilmektedirler. Nitekim Pekünlü, imkansız olasılıklarla gerçekleştiği iddia edilen hayali evrim sürecinde doğaüstü güçlerin varlığı konusunun ihtimal dahiline bile alınmayacağını şu sözlerle ifade etmiştir:
“Evrim hipotezinin utkusu, istatistiksel olasılığı devasa boyutlarda düşük ancak varlığı tartışılmaz olan uyumu doğaüstü veya bilinemez veya gizemli güçlere başvurmaksızın açıklamasında yatar.”
İşte Darwinizm dininin temeli budur: Ne olursa olsun, bir Yaratıcı’nın varlığını kabul etmemek. Bunun yerine şans veya tesadüf kavramlarını koymayı, her ne kadar mantIksız ve amaçsız olsa da bu hayali güçleri ilahlaştırmayı daha uygun bulurlar. Bu durum, eksi Yunan’da taştan yapılan putlara ilahi güçler atfetmekten kuşkusuz farksızdır. Ama her nedense, o dönemin putperest inancının mantıksızlığının açıkça farkında olanlar, kendi ideolojileri adına aynı sapkın görüşü savunmaktan çekinmemektedirler.
Evrim Delillerinin “Sıradağlar Gibi Dizildiği” Aldatmacası
Darwin’in evrim teorisini ortaya att ığı yıllar, bilimsel anlamda son derece ilkel yıllardı. Darwin, hücrenin organellerini tanımıyor, “gen” diye bir kavramı bilmiyordu. Bu şartlar altında, canlıların çeşitli çevresel etkiler sonucunda çeşitli yeni özellikler edindiğini ve bunu diğer nesillere aktardığını iddia etmişti. Yaklaşık bir yüzyıl sonra genetik bilimi, söz konusu olumlu gelişimin ve bunların sonraki nesillere aktarımının imkansızlığını ortaya çıkaracaktı. Ama Darwin’in bundan haberi yoktu.
Darwin aynı zamanda, iddia ettiği bu değişim örneklerinin mutlaka fosil kayıtlarında da bulunması gerektiğini öne sürüyordu. Onun döneminde hiçbir örnek ortaya çıkmamış olmamasını da pek sorun etmemişti. Çünkü zamanla yeryüzündeki bu “kayıp” ara formların mutlaka bulunacağını varsaymıştı. Ama aradan geçen 1.5 asırlık dönem, yeryüzü katmanlarının neredeyse tümü kazınmış olmasına rağmen TEK BİR ARA FOSİL ÖRNEĞİ BİLE VERMEMİŞTİ.
Dolayısıyla Darwin’in teorisini ortaya attığı dönem, evrim için delilsiz bir dönemdi. Ama onun, delillerin ortaya çıkacağını iddia ettiği sonraki dönemler, Darwin ve yandaşları için çok daha büyük bir hayal kırıklığı idi. Çünkü teorinin “imkansız” ve “delilsiz” olduğu bilimsel olarak ortaya çıkmıştı.
C:\Users\kişi\Desktop\hayvanlr.jpg
Dolayısıyla,  Darwin döneminde “evrim hipotezini destekleyen kanıtların sıradağlar gibi dizildiği ve bu sıradağların fethedilemez gücünün günden güne arttığı” iddiası, düpedüz bir aldatmacadır. Sıradağlar gibi dizilen deliller Yaratılış gerçeğine aittir. Fosil kayıtları tek bir ara form örneği bile vermemiştir. 530 milyon yıl önceye ait Kambriyen patlaması, tarihin en başında ani ve muhteşem bir yaratılışın hakim olduğunu göstermiştir (bkz. Darwin’in Anlayamadığı Kambriyen, Harun Yahya). Her geçen gün bir yenisi bulunmakta olan ve sayıları yaklaşık 100 milyonu bulan yaşayan fosil örnekleri, canlıların hiç evrim geçirmemiş olduklarını belgelemektedir (bkz. Yaşayan Fosiller Evrimi Reddediyor , Harun Yahya) Gelişen bilim ile, kompleks yapılardaki detaylar daha fazla anlaşılmakta ve bunların indirgenemez, yani hiçbir şekilde evrim geçiremez bir yapıya sahip oldukları açıkça görülmektedir. İşte sıradağlar gibi sıralanan deliller bunlardır ve bunların tümü Yaratılış Gerçeğini ispat etmektedir.
Rennan Pekünlü’nün, hayali “evrim sürecinin getirdiği yorumların doğruluğunun zamanla görüldüğü” iddiası tamamen aldatmacadır. Zamanla görülen ve daha da görülecek olan, tüm varlıkları Allah’ın yarattığı gerçeğidir. Darwinistlerin spekülasyon yöntemleri artık yetersiz ve geçersiz kalmaktadır. Dönem, artık Darwin dönemi değildir. İnsanlar, spekülasyon ve propaganda yöntemleriyle kandırılamamaktadır. Bilimin gösterdiği açık deliller vardır ve insanlar artık bu delillere göre karar vermektedir. Allah, yaratılış gerçeğini tüm delileriyle sergilemiştir ve evrim teorisi bu deliller karşısında artık son nefesini vermiştir. Darwinistlerin klasik Darwinist yöntemlerle gösterdiği çabalar, artık son derece çaresiz ve gülünç kalmaktadır.

“TESADÜF” CANLILARI YARATIP GELİŞTİRİR Mİ?

Darwinistler “Renkleri maymunlar sayesinde görüyoruz” iddiasını ortaya atmışlar ve insanın renkleri görebilmesinin nedenini de buna dayandırmışlardı! Yayınlanan bir haberde kısaca, maymunların kendilerine yararlı besinleri bulabilmeleri için yeşil, kırmızı ve sarı renkleri ayırdedebilmeleri gerektiği ve bu nedenle renkleri birbirinden ayırdedebilme yeteneğini geliştirdikleri iddia ediliyordu.
Bu iddianın ne kadar akıl dışı olduğunu görmek içinse çok az bile olsun düşünmek yeterlidir.
Öncelikle belirtmek gerekir ki, dile getirilen bu evrimci iddia, bilimsel yönden muhatap alınıp üzerinde yorum yapmayı gerektirecek bir iddia değil, bilimsel açıdan hiç bir manası olmayan bir “saçmalık”tır. Öncelikle doğada pek çok canlının renkli görme yeteneği varken, insanla maymun arasında renkli görme yeteneğine dayalı bir ilişki kurmaya çalışmak, cehaletten başka bir şey değildir. Öte yandan haberde, maymunların meyveleri ayırdetmek istedikleri için renkli görme yeteneklerinin ortaya çıktığı öne sürülmektedir. Yani haber, canlıların sadece “istek” yoluyla kendi beden yapılarını değiştirebilecekleri gibi şaşırtıcı derecede saçma bir mantığa dayalıdır. Bilimle az da olsa ilgisi olan hiç bir kimse tarafından savunulamayacak olan bu iddia, Ortaçağ hurafelerini andıran bir saçmalıktır.
Biz yine de bu haberi biraz irdeleyelim ve bu bilim ve akıl dışı iddiayı akıl ve bilim ışığında inceleyelim.
Söz konusu senaryoyu gözönünde canlandırmak için, renkleri henüz ayırdedemeyen ve renksiz bir dünya gören bir maymunu düşünün. Evrimcilere göre, bu maymun önce son derece bilinçli ve akılcı bir şekilde, “kendime en faydalı yiyecekleri bulmam gerekiyor. Bunlar (yazıda belirtildiğine göre) besleyici kızılımsı yaprakları olan meyvalar. Ama bunun için önce renkleri görebilmem gerekir” diye düşünmektedir. (Bu arada, o güne kadar renkleri görmemiş bir maymunun renk kavramından haberdar olduğunu da kabul ederek böyle bir varsayımda bulunmak gerekir.)
C:\Users\kişi\Desktop\maymun_monkey2.jpg
Ve yine bu senaryoya göre, bu “baskı” altında yaşayan maymunun göz hücreleri bir anda renkleri birbirinden ayırdedecek özellikler kazanmaya başlar. Hücreler birçok değişim geçirir, ve renkleri ayırdedecek hale gelirler. Peki şuursuz, akıl ve bilgiden yoksun hücreler, maymunun renkleri ayırdetme ihtiyacı içinde olduğunu nereden anlamışlardır? (Maymunun renkleri ayırdetme ihtiyacını bilinçli olarak hissedebildiği varsayımını kabul ederek bu sorunun sorulabileceğini hatırlayalım.)
Bunu da bir an için kabul edelim ve şuursuz hücrelerin maymunun bu ihtiyacını anladıklarını ve renk kavramından da haberdar olduklarını varsayalım. Peki bu durumda, hücreler renkleri görebilmek için gerekli değişimi nasıl sağlayacaklardır? Kendilerine bu özellikleri nasıl kazandıracaklardır? Hangi rastgele gelişen doğa olayı, renkleri göremeyen hücreleri renkleri görebilen hale getirecektir? Bunlar, haberdeki saçmalığı ortaya koyan cevapsız sorudan sadece bir kaçıdır.
Bu haberdeki mantık, evrimcilerin klasik içi boş, hiçbir bilimsel ve mantiki temeli olmayan, hayali senaryolarına bir örnektir. Gerçekte tüm evrimci literatür bu gibi senaryolarla doludur. Hepsinde bir gün ormanda dolaşan bir maymunun, suda yüzen bir balığın veya çöldeki bir sürüngenin, birden bire bir şeyi görme veya hissetme ihtiyacı hissettiği ve bunun sonucunda mükemmel gözlere, akciğerlere, kanatlara sahip olduğunu anlatan hikayeler vardır. Ancak, bu olayların nasıl geliştiğini, bir kolu kanada, bir solungacı akciğere veya renkleri görmeyen bir gözü rengarenk bir dünya gören bir göze çeviren olayların ve mekanizmaların neler olduğunu, ve bu dönüşümün kimin karar ve iradesiyle meydana geldiğini hiçbir zaman açıklamazlar.
Aslında bu durum, evrim teorisinin bilimsel bir kuram değil, batıl bir inanç olduğunun da göstergesidir. Bu haberi ve benzeri evrimci zırvaları incelerseniz, ilginç bir gerçekle karşılaşırsınız: Evrimciler, doğada hangi canlı neye ihtiyaç duyuyorsa, bu ihtiyaca hemen cevap veren ona göre bir evrim başlatıp canlıya yeni özellikler katan “sihirli” bir mekanizma olduğunu sanmaktadırlar. Kimi zaman “Tabiat Ana” adını taktıkları bu hayali irade, aslında evrimcilerin farkında olmadan tapındıkları tesadüf putudur. Oysa gerçekte putların hiç bir şeye gücü yetmez. “Doğa”nın ve “tesadüf”ün de canlılar yaratmak ve geliştirmek gibi bir gücü yoktur.
Canlıları ve tüm doğayı yaratan tek bir ilah vardır. O, tüm alemlerin Rabbi olan Yüce Allah’tır.
C:\Users\kişi\Desktop\kelebk animals.jpg
Evrimci yayınlar, bu gibi saçmalıkları büyük puntolu haberle, “evrim” resimleriyle birlikte yayınlayarak, muhtemelen üzerlerine düşen Darwinist görevi yaptıklarına ve bilimsel gerçeklere rağmen evrim propagandasını sürdürdüklerine inanmaktadırlar. Ancak, gözardı ettikleri bir gerçek vardır: Artık insanlar evrim teorisi hakkındaki bilimsel gerçeklerden haberdardır. Ve “renkleri maymunlar sayesinde görüyoruz” gibi safsatalara kanmamaktadır.
Darwinizm’in saçmalığı artık ülkemizde bilinmektedir ve artık insanlarımız, renkleri Allah’ın nimeti ve rahmeti sayesinde” gördüğümüzü bilmektedirler.

EVRENDEKİ AMAÇ VE ÜSTÜN YARATILIŞ

Canlı ve cansız tüm varlıkları içinde barındıran evren, kusursuz bir tasarıma, eşsiz sistemlere, canlıların yaşayabilmeleri için gereken tüm şartların varolduğu bir ahenk ve düzene sahiptir. Özellikle 20. ve 21. yüzyılda elde edilen tüm bulgular evrenin üstün bir aklın, kusursuz bir plan ve tasarım sonucu olduğunu ortaya koymuştur. Bilimin gösterdiği gerçek şudur: Evreni, üstün bir akla, sonsuz bir güce sahip olan Yüce Allah yaratmıştır.
Ne var ki bilimin 20. yüzyılda kesin delillerle ortaya koyduğu bu gerçek, Darwinist materyalist felsefeyi benimsemiş kişiler tarafından görmezlikten gelinmektedir. Daha önce de belirtildiği gibi materyalistler evrenin, kaosun, karmaşanın ve tesadüflerin ürünü olduğunu iddia ederler. Ancak, evrenin oluşumundan içinde işleyen sistemlerin ve barındırdığı varlıkların arasındaki kusursuz denge ve ahenge kadar incelenen her konu, evrenin kesinlikle tesadüf eseri olamayacağını ortaya koymaktadır.
İngiliz fizikçi ve matematikçi olan Sir James Jeans evrendeki kusursuz düzeni şu şekilde ifade etmiştir:
“Evren hakkında yapılan bilimsel bir araştırmanın sonucu tek bir cümleyle özetlenebilir: Evren, matematik bilgisi sonsuz bir varlık tarafından dizayn edilmiş olarak görülüyor.” (Sir James Jeans, The Mysterious Universe, Cambridge University Press, 1932, s. 140)
http://www.harunyahya.org/bilim/tesaduf/res/r0022.jpg
Evrendeki çok sayıda irili ufaklı gezegenin her biri büyük bir düzenin kritik önem taşıyan parçalarını oluşturur. Hiçbirinin ne uzaydaki konumları, ne de hareketleri gelişigüzel değildir; tam tersine bildiğimiz bilmediğimiz sayısız detaylarıyla özel olarak ayarlanmış, belli bir amaç üzerine yaratılmışlardır. Nitekim evrendeki dengeleri etkileyen sayısız kriterden sadece gezegenlerin konumlarındaki değişim bile içiçe geçmiş dengeleri altüst etmek, karmaşaya sebep olmak için yeterli olabilecek niteliktedir. Ancak bu dengeler hiçbir zaman şaşmaz ve evrendeki mükemmel düzen de hiçbir aksaklığa uğramadan devam eder. Bu, üstün güç sahibi olan Allah’ın kusursuz yaratmasıdır.

O, biri diğeriyle ‘tam bir uyum’ (mutabakat) içinde yedi gök yaratmış olandır. Rahman (olan Allah)ın yaratmasında hiç bir ‘çelişki ve uygunsuzluk’ (tefavüt) göremezsin. İşte gözü(nü) çevirip-gezdir; herhangi bir çatlaklık (bozukluk ve çarpıklık) görüyor musun? Sonra gözünü iki kere daha çevirip-gezdir; o göz (uyumsuzluk bulmaktan) umudunu kesmiş bir halde bitkin olarak sana dönecektir. (Mülk Suresi, 3-4)

Evrendeki mükemmel düzen, canlılığın varoluşunun tesadüfi mekanizmalarla meydana geldiğini öne süren evrim teorisinin mimarı Charles Darwin’i dahi, evrenin yaratılışında tesadüflerin yeri olamayacağını itiraf etmek durumunda bırakmıştır. Darwin’in bu itirafı şöyledir:
“Bu muazzam ve harikulade evreni, çok geriye ve çok ileriye bakabilme kabiliyeti bulunan insan da dahil olmak üzere, kör tesadüf veya zaruretin eseri olarak görmek çok güç, hatta imkansızdır.” (Robert B. Downs, Dünyayı Değiştiren Kitaplar, Tur Yayınları, Istanbul 1980, s. 289)
Allah… O’ndan başka ilah yoktur. Diridir, kaimdir. O’nu uyuklama ve uyku tutmaz. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. İzni olmaksızın O’nun katında şefaatte bulunacak kimdir? (Bakara Suresi, 255)
http://www.harunyahya.org/bilim/tesaduf/res/r011.jpg
Ay ile Dünya arasındaki mesafe Dünya’da hayatın devamı ve birçok dengenin sağlanması açısından son derece önemlidir. Öyle ki bu mesafedeki küçük değişiklikler bile önemli olumsuzlukların meydana gelmesine sebep olabilir. Örneğin Ay ile Dünya arasındaki mesafe;
*Eğer biraz daha yakın olsaydı, Ay Dünya’ya çarpardı.
*Eğer biraz daha uzak olsaydı Ay uzayda kaybolur giderdi.
*Eğer biraz daha az yakın olsaydı, Ay’ın Dünya üzerinde meydana getirdiği gelgitler tehlikeli boyutlarda büyürdü. Okyanus dalgaları, kıtaların alçak yerlerini kaplardı. Bunun sonucunda ortaya çıkan sürtünme okyanusların ısısını artırır ve Dünya’da yaşam için gerekli olan hassas ısı dengesi yok olurdu.
*Eğer biraz daha az uzakta olsaydı, gelgit olayları azalırdı ve bu da okyanusların daha hareketsiz olmasına neden olurdu. Durgun su denizdeki hayatı tehlikeye sokar, bununla birlikte soluduğumuz havadaki oksijen oranı tehlikeye girerdi.
Hz. Muhammed (sav): “Azamet ve vakar sahibi Allah’tan başka İlah yoktur. Büyük Arş’ın sahibi Allah’tan başka İlah yoktur. Göklerin Rabbi, yerin Rabbi ve kıymetli Arş’ın Rabbi Allah’tan başka mabud yoktur.” (Sahihii Müslim, Hadis no, 4909)
Gökleri ve yeri (bir örnek edinmeksizin) yaratandır. O, bir işin olmasına karar verirse, ona yalnızca “OL” der, o da hemen oluverir. (Bakara Suresi, 117)
Evrendeki bütün gök cisimlerinin dağılımı, insanın yaşamı için tam olması gereken yapıdadır. Örneğin uzayda büyük boşluklar vardır. Amerikalı astronom George Greenstein, The Symbiotic Universe (Simbiyotik Evren) isimli kitabında gök cisimleri arasında belli uzaklıkların olmasının önemini şöyle açıklar:
Eğer yıldızlar birbirlerine biraz daha yakın olsalar, astrofizik çok da farklı olmazdı. Yıldızlarda, nebulalarda ve diğer gök cisimlerinde süregiden temel fiziksel işlemlerde hiçbir değişim gerçekleşmezdi. Uzak bir noktadan bakıldığında, galaksimizin görünüşü de şimdikiyle aynı olurdu. Tek fark, gece çimler üzerine uzanıp da izlediğim gökyüzünde çok daha fazla sayıda yıldız bulunması olurdu. Ama pardon, evet; bir fark daha olurdu: Bu manzarayı seyredecek olan “ben” olmazdım… Uzaydaki bu devasa boşluk, bizim varlığımızın bir ön şartıdır. (George Greenstein, The Symbiotic Universe, s. 21)
http://www.harunyahya.org/bilim/tesaduf/res/r01111.jpg
Fransız Akademisinin bir üyesi olan ünlü Prof. Jean Guitton:
“Doğanın temel değişmezleri ve yaşamın ortaya çıkmasına neden olan ilk koşullar, şaşırtıcı bir kesinlikle ayarlanmıştır. Evrenin ne denli akılalmaz bir incelikle ayarlanmış gibi göründüğü hakkında bir fikir vermek için Yer’den Mars gezegeni üzerinde bir çukura topunu göndermeyi başarabilen bir golf oyuncusunun becerisini düşünmek yeter!” (Jean Guitton, Tanrı ve Bilim, Simavi Yayınları, 1993, sf. 54)
Bu, Allah’ın yaratmasıdır. Şu halde, O’nun dışında olanların yarattıklarını bana gösterin. Hayır, zulmedenler, açıkca bir sapıklık içindedirler.(Lokman Suresi, 11)
http://www.harunyahya.org/bilim/tesaduf/res/r0077.jpg
Allah O’dur ki, gökleri dayanak olmaksızın yükseltti; onları görmektesiniz.. Her işi evirip düzenler, ayetleri birer birer açıklar. Umulur ki, Rabbinize kavuşacağınıza kesin bilgiyle inanırsınız. (Rad Suresi, 2)
Eğer evrenin kanunları sadece maddenin katı ve gaz haline izin vermiş olsa, hayat hiçbir zaman var olamayacaktı. Çünkü katı maddelerde atomlar birbirleri ile çok içiçe ve durgundurlar ve canlı organizmaların gerçekleştirmek zorunda oldukları dinamik moleküler işlemlere kesinlikle izin vermezler. Gazlarda ise atomlar hiçbir istikrar göstermeden serbestçe uçuşurlar ve böyle bir yapı içinde canlı organizmaların karmaşık mekanizmalarının işlemesi mümkün değildir. Kısacası, hayat için gerekli işlemlerin gerçekleştirilmesinde, sıvı bir ortamın varlığı zorunludur. Sıvıların en ideali daha doğrusu tek ideal olanı ise sudur.
(Allah) Gökten bir su indirdi de dereler kendi miktarınca çağlayıp aktı. Sel de yüze vuran bir köpük yüklendi. (Rad Suresi, 17)
EVRENDE MİLYARLARCA YILDIR HATASIZ BİR MATEMATİKSEL SİSTEM İŞLEMEKTEDİR
Evrenin oluşumunu sağlayan ‘Big Bang-Büyük Patlama’nın ardında olağanüstü bir hesaplama bulunmaktadır. ‘Patlama’ kavramı, insana düzen, hesap, plan gibi kavramları çağrıştırmaz ancak Büyük Patlama’da akıllara durgunluk verecek kadar hassas bir matematiksel düzenleme bulunmaktadır. Evrenin başlangıcındaki bu muhteşem denge, ünlü Science dergisindeki bir makalede şöyle ifade edilmektedir:
Yapılan hesaplara göre, evrenimizin başlangıçtaki gerçek yoğunluğu ile -oluşma imkanı bulunmayan- kritik yoğunluğu arasındaki fark, yüzde birin bir kuvadrilyonundan azdır. Bu, bir kalemi sivri ucu üzerinde bir milyar yıl sonra da durabilecek biçimde yerleştirmeye benzer… Üstelik evren genişledikçe, bu denge daha da hassaslaşmaktadır.” (Bilim ve Teknik, sayı 201, s. 16, Science dergisinden tercüme)
BİTKİLER MATEMATİKSEL HESAP YAPABİLİR Mİ?
Eğer bir bitkiyi dikkatle incelerseniz yapraklarının birbirlerini kapamayacak şekilde dizilmiş olduğunu görürsünüz. Bu düzen bitkinin güneş ışığını ve yağmur damlalarını eşit biçimde alabilmesi için çok önemlidir. Yapraklarda, çam kozalaklarında, kaktüslerde, ayçiçeklerinde ve diğer bitkilerde görülen bu spiral düzen matematikte ‘Fibonacci dizini’ ismi ile tanımlanır. Bu dizinin özelliği, dizideki her sayının kendinden önce gelen iki sayının toplamına eşit olmasıdır. Bu matematiksel sayı dizisine bitki dünyasının şifresi de denilebilir.
0, 1, 1, 2, 3, 5, 8, 13, 21, 34, 55, 89, 144, 233…
C:\Users\kişi\Desktop\My Pictures\ÇİÇEKLER\40741332_15f2166617_b.jpg
Smith College’den matematikçi Chris Gole, bitkilerde genellikle zıt yönlere doğru kıvrılan iki ayrı spiral grubun bulunduğunu ve bu gruplardaki spiral sayısının çoğu zaman ardışık iki Fibonacci sayısı olduğunu belirtmiştir. Ayçiçeklerinin üzerinde tohuma dönüşen minik çiçekçikler bulunmaktadır. Bu çiçekçiklerin bir kısmı saat yönünde, bir kısmı da saat yönünün aksi istikamette çok sayıda spiral oluşturur. Her iki yöndeki spiraller sayıldığında Fibonacci sayı dizisine uygun olarak, çoğunlukla bir yöne doğru kıvrılan 55, diğer yöne doğru kıvrılan 34 spirale rastlanır. Bazı ayçiçeklerinde de, yine Fibonacci sayı dizinine uygun olarak, 89 – 55 veya 144 – 89 rakamları tespit edilir. (Do Plants Know Math?)
Fibonacci sayıları, ağaç yapraklarının dallarının düzeninde, çiçeklerin taç yapraklarında ve tohumlarında da ortaya çıkmaktadır. Bir papatyayı, kıvırcık salata yapraklarını, ananas kozalaklarını veya soğanın katmanlarını dikkatli bir şekilde incelerseniz Fibonacci sayılarını tespit edebilirsiniz.
ORMANLARDAKİ MATEMATİKSEL DÜZEN
Bir ormana uzaktan bakıldığında, ağaçların konumlarının bir düzen içerisinde olduğu ilk anda anlaşılmayabilir. Oysa kontrolsüz biçimde çoğalmış gibi görünen ağaç gruplarından oluşan ormanlarda da matematiksel bir düzen bulunmaktadır.
Los Alamos Ulusal Laboratuvarı’ndan Geoffrey West bu konu hakkında şu açıklamayı yapmıştır:
Bir ormanda yürüdüğünüzde, orman size gelişigüzel görünür; ama aslında ortalamada oldukça düzenlidir.” (Life On The Scales)
West, yakın bir geçmişte Arizona Üniversitesi’nden Brian Enquist ve Cornell Üniversitesi’nden Profesör Karl Niklas ile birlikte, yetişkin bir ormanda, aynı kütleye sahip ağaçların arasındaki ortalama uzaklığın, gövde çapları ile orantılı olduğunu keşfetmiştir.
TESADÜF İDDİASINI YOK EDEN MÜKEMMELLİK
Ormanlarda görülen bu düzen, çeyrek-kuvvet ölçeği yasası ile açıklanmaktadır. Çeyrek-kuvvet kuramı biyolojinin en temel kurallarından biridir. Bu kuram bilim adamlarını oldukça şaşırtmaktadır; çünkü bu kanuna göre her varlığı matematiksel ölçümlerle düzenleyici bir ‘el’ olmalıdır. Geoffrey West çeyrek-kuvvet yasası ile ilgili olarak şu açıklamayı yapmıştır:
…Böyle bir durumla karşılaştığınız zaman bunun size bir şeyler anlatmaya çalıştığını fark edeceksiniz” … Burada önemli olan ”Bu bir şeylerin neyi anlatmaya çalıştığı?” (Çeyrek-kuvvet kuramı)
Geoffrey West’in sorduğu sorunun cevabı gerçekte çok açıktır.
Yeryüzüne hakim olan ihtişamlı düzen bize varlıkların tesadüfen var olmadıklarını, yaratılmış olduklarını göstermektedir. Her insan, belirli uzaklıklarla ekilmiş bir sebze tarlasına girdiğinde, mutlaka bu ekimi yapan bir çiftçinin olduğunu düşünür. Bitki tohumlarının kendiliklerinden aralarında eşit uzaklıklar kalacak şekilde toprağın üzerinde yuvarlandıklarını düşünmez. Ormanlarda ise bir tarla ile kıyaslanamayacak mükemmellikte matematiksel bir düzen vardır. Tarladaki tohumları düzenli bir biçimde eken bir insanın var olduğu düşünülüyorsa, ormandaki matematiksel düzenin de mutlaka Yaratıcısı olduğunu düşünmek gerekir. Çünkü ne ormanda ne ağaçta ne toprakta ne de tabiatta böylesine ihtişamlı bir güç ve akıl olabilir.
Evrimci bilim adamları tabiatta karşılarına çıkan bu gibi muhteşem özellikleri Allah’ın yarattığını, bunların yaratılış delili olduğunu kabul etmemek için, ‘doğa mucizesi’ gibi tanımlamalarla isimlendirmektedirler. Ancak bu ifade gerçekte tam bir mantık hezimetini ortaya koymaktadır. Çünkü ‘mucize’ kelimesi ‘doğa üstü olaylar’ anlamına gelmektedir. Dolayısıyla evrimci bilim adamları ‘doğa mucizesi’ kavramını kullanırlarken, istemeseler de Allah’ın varlığına işaret etmiş olmaktadırlar. (Daha detaylı bilgi için bakınız: www.evrendekiduzen.com )
EVRENİ TESADÜFLE AÇIKLAMANIN İMKANSIZLIĞI
Materyalizmin canlıların varoluşu konusundaki iddiası olan tesadüf, matematiksel bir terimdir ve bir şeyin tesadüfen gerçekleşip gerçekleşemeyeceği olasılık hesapları ile anlaşılır. Acaba bize hayat imkanı veren bir evrenin tesadüfen oluşması, bütün fiziksel değişkenler bir arada düşünüldüğünde, kaçta kaç ihtimaldir? Milyar kere milyarda bir mi? Ya da trilyar kere trilyar kere trilyar ihtimalde bir mi? Ya da daha büyük bir sayı mı?
Bu sayıyı ünlü İngiliz matematikçi Roger Penrose hesaplamıştır. Tüm fiziksel değişkenleri hesaba katmış, bunların kaç farklı biçimde dizilebileceğini dikkate almış ve içinde canlıların yaşayabileceği bir ortamın oluşmasının, Big Bang’in diğer muhtemel sonuçları içinde kaçta kaç ihtimale sahip olduğunu tespit etmiştir.
Penrose’un bulduğu ihtimal şudur: 1010123 de bir ihtimal!
Bu sayının ne anlama geldiğini düşünmek bile zordur. Matematikte 10123 şeklinde yazılan bir rakam, 1 sayısının yanına 123 tane sıfır gelmesiyle oluşur. (Bu evrendeki tüm atomların sayısının toplamından, yani 1078′den bile büyük, astronomik bir sayıdır.) Ama Penrose’un bulduğu sayı, bunun çok çok daha üstündedir. Çünkü Penrose’un bulduğu sayı, 10123 tane sıfırın 1 rakamının yanına gelmesiyle oluşmaktadır.
Bu sayıyı birkaç örnekle de açıklayabiliriz: 103, 1000 sayısını ifade eder. 10103 ise, 1 rakamının yanına 1000 tane sıfır gelmesiyle oluşan sayı demektir. 1 rakamının yanına 9 tane sıfır gelse, bu bir milyar yapar. 12 tane sıfır gelse, bu kez 1 trilyon olur. Ama burada 1 rakamının yanına, 10123 tane sıfır gelmektedir ki, bunun matematikte bile bir tanımı, adı yoktur.
Matematikte 1050′de 1′den daha küçük olasılıklar, “sıfır ihtimal” sayılır. Ama sözünü ettiğimiz sayı, 1050′de 1′in trilyar kere trilyar kere trilyar katından bile çok daha büyüktür. Kısacası bu sayı bizlere, evrenin tesadüfle açıklanmasının kesinlikle imkansız olduğunu göstermektedir. Bu gibi detaylar Allah’ın varlığının üstün kudretinin delillerindendir.
Roger Penrose, akıl sınırlarını çok aşan bu sayı hakkında şu yorumu yapar:
Bu sayı, yani 1010123 de bir ihtimal, Yaratıcı’nın amacının ne kadar keskin ve belirgin olduğunu bize göstermektedir. Bu gerçekten olağanüstü bir sayıdır. Bir kimse bunu doğal sayılar şeklinde bile yazmayı başaramaz, çünkü 1 rakamının yanına 10123 tane sıfır koyması gerekecektir. Eğer evrendeki tüm protonların ve tüm nötronların üzerine birer tane sıfır yazsa bile, yine de bu sayıyı yazmaktan çok çok geride kalacaktır.(Roger Penrose, The Emperor’s New Mind, 1989; Michael Denton, Nature’s Destiny, The New York: The Free Press, 1998, s. 9)

SONSUZDA BİR OLASILIK

Proteinsiz bir yaşam mümkün değildir. Çünkü proteinler hem vücudun temel yapı taşlarıdır, hem de insan yaşamında son derece hayati öneme sahip olan enzim ve hormonların yapılarını oluştururlar. Ancak bazı evrimci bilim adamları, böylesine karmaşık ve kompleks bir yapının tesadüfen oluştuğuna inanabilmektedir. Oysa yalnızca proteini oluşturan moleküllerin bir araya gelmesi dahi sonsuzda bir ihtimaldir.
Evrim teorisinin önde gelen savunucularından Rus bilgini A. I. Oparin, Origin of Life (Hayatın Kökeni) isimli kitabında proteinlerin tesadüfen oluşmasının mümkün olamayacağını şöyle anlatmaktadır:
“Her biri belirli şekillerde ve kendisine has bir tarzda dizilmiş bulunan binlerce karbon, hidrojen, oksijen ve azot atomu içeren bu maddelerin en basiti bile son derece kompleks bir yapıya sahiptir. Proteinlerin yapısını inceleyenler için bu maddelerin kendiliklerinden bir araya gelmiş olmaları, Romalı şair Virgil’in ünlü Aeneid ‘ şiirinin etrafa saçılmış harflerden rastgele meydana gelmiş olması kadar ihtimal dışı gözükmektedir.” (Alexander I. Oparin, Origin of Life, (1936) NewYork, Dover Publications, 1953 (Reprint), s. 132–133)
C:\Users\kişi\Desktop\protein.jpg
Her ne kadar evrim yanlısı bir görüşe sahip olsa da bu ünlü bilim adamının yukarıdaki ifadesi kendi savunduğu teoriyi tamamen geçersiz kılan bir itiraftır. Aynı zamanda evrimcilerin çelişkili mantık yapısını ortaya koyması açısından da dikkat çekici bir örnektir. Çünkü gerçekten de bir proteinin tesadüfen meydana gelmesi yazarın dediği gibi tamamen ihtimal dışıdır; ama evrimci bilim adamları bunu görmelerine rağmen tesadüfe olan batıl inançlarından taviz vermemektedirler. Türkiye’nin tanınmış bilim adamlarından evrimci Prof. Dr. Nevzat Baban, protein oluşumunda matematiksel olarak tesadüfün imkansızlığını şu şekilde belirtmektedir:
“Molekül ağırlığı 34.000 olan, bileşiminde 288 amino asit bulunan ve 12 farklı amino asitten yapılmış teorik bir protein molekülünün 10 üzeri 300 farklı yapısı bulunabileceği hesaplanmıştır. Bu farklı şekillerden birer molekülün bir araya gelmesiyle meydana gelecek kitlenin ağırlığı 10 üzeri 280 gramdır. Halbuki dünyamızın tüm kütlesinin sadece 10 üzeri 27 gram olduğu düşünülecek olursa… (Prof. Dr. Nevzat Baban, Cerrahpaşa Tıp Fakültesinden Protein Biyokimyası S. 32)
Baban’ın da ifade ettiği gibi, 61 amino asitten oluşan küçük bir proteinin halkalarının rastgele dizilişleri sonucunda ortaya çıkacak varyasyonları oluşturmaya evrendeki toplam atom sayısı yetersiz kalmaktadır. Kaldı ki, ortalama bir protein molekülü 61 değil, 400 amino asitten meydana gelir. Bunun bir diğer anlamı da şudur: Evrendeki bütün atomlar her işi bırakıp yalnızca bu proteini oluşturmak için durmadan rastgele birleşseler, evrenin varoluşundan bu yana geçen milyarlarca sene ve evrendeki tüm atomların sayısı bir protein molekülünün tesadüfen oluşabilme ihtimali için yetersizdir.
Kısacası, 400 amino asitten oluşan ortalama bir protein molekülünün tesadüfen meydana gelmesi, tek kelimeyle, imkansızdır. Dahası, canlılığın gelişiminde bir basamak daha ilerlediğimizde, bu imkansız kelimesinin bile yetersiz kaldığını görürüz. Çünkü tek bir protein hiçbir şey ifade etmemektedir. Şimdiye kadar bilinen en küçük bakterilerden biri olan Mycoplasma Hominis H 39′un bile, 600 çeşit proteine sahip olduğu görülmüştür. Bu durumda, tek bir protein için yaptığımız üstteki ihtimal hesaplarını 600 çeşit protein üzerinden yapmamız gerekir. Bu durumda karşılaşacağımız rakamlar, insan aklının alamayacağı boyutlara ulaşır.
Bir tanesinin bile tesadüfen oluşması imkansız olan bu proteinlerden ortalama bir milyon tanesinin tesadüfen uygun bir şekilde bir araya gelip eksiksiz bir insan hücresini meydana getirmesi ise, milyarlarca kez daha imkansızdır. Kaldı ki hücrenin yapısında proteinlerden başka karbonhidrat, lipit, su, elektrolitler (anyon ve katyon) ve vitaminler bulunmakta ve hepsi birçok farklı organelin içinde yapıtaşı ve yardımcı moleküller olarak kullanılmaktadır.
Bu hücrelerden 100 trilyonunun tesadüfen oluşup, insanın iç ve dış organlarını kusursuz olarak meydana getirecek bir biçimde ve düzende birleşmesinin ne denli imkansız bir şey olduğunu anlatmak için, ne yazık ki uygun bir kelime bulmak mümkün değil.
Görüldüğü gibi evrim, yegane açıklaması olan tesadüf iddiasıyla, değil hücre, hücredeki milyonlarca proteinden tek birinin oluşumunu bile izah etmekten acizdir. Daha protein safhasını bile çözmekten aciz olduğu halde hayatın ve canlıların nasıl ortaya çıktığı konusunda senaryolar yazmaya çalışan bir teorinin ciddiyeti ve güvenilirliği ise ortadadır.
Canlılığın hangi aşaması ya da hangi parçası ele alınırsa alınsın, söz konusu tesadüf iddiası bir deli saçmasına dönüşmektedir.
Örneğin, levo (sol elli) proteinleri ele alalım:
Bütün amino asitlerin ana gövdesini, bir karbon atomuna bağlı hidrojen ve bir azot atomundan meydana gelen bir bölüm teşkil eder. Bu gövdenin yapısı bütün amino asitlerde tıpatıp aynıdır. Ancak bu gövdeye eklemlenen ve R grubu adıyla anılan ek bir parça vardır ki, bu grup her amino asitte farklıdır. Amino asite kendine has özelliğini veren de bu R grubudur. R grubu atomları, yapı olarak ana gövdenin sağ veya sol tarafında bulunabilir. Bunlardan, R grubu sol tarafta bulunanlara L-levo (sol elli) amino asitleri, sağ tarafta bulunanlara ise D-dextro (sağ elli) amino asitleri adı verilir. Ve her iki çeşidin de oluşma şansı %50′dir. Aynı molekülün sağ-elli ve sol-elli biçimlerine birbirlerinin optik izomerleri adı verilir. Optik izomerlerin arasındaki fark, bir cisim ile o cismin aynadaki görüntüsü arasındaki fark gibidir. Aynı atomlardan, aynı parçalardan, benzer bir düzende meydana gelmelerine rağmen bu moleküller, aynı sağ el ile sol el gibi, üç boyutta simetrik bir yapıya sahiptirler.
Cansız dünyada bu izomerlerden eşit miktarlarda (%50-50 oranında) bulunur. Ve insan bedeninde kullanılan 20 temel amino asitten her biri doğada levo ya da dextro biçimlerinde bulunabilir. Ancak yapılan incelemelerde şaşırtıcı bir gerçek ortaya çıkmıştır: En basit organizmadan en mükemmeline kadar bütün bitki ve hayvanlardaki proteinler, sadece levo amino asitlerinden meydana gelmişlerdir. Hatta bazı deneylerde bakterilere dextro amino asitlerinden verilmiş, ancak bakteriler bu amino asitleri derhal parçalamışlar, bazı durumlarda ise bu parçalardan yeniden kendi kullanabilecekleri levo amino asitlerini inşa etmişlerdir.
Evrimciler, böyle özel ve bilinçli bir seçiciliği hiçbir şekilde açıklayamamaktadırlar. Şüphesiz tüm bu olağanüstü dengeleri kuran ve sistemin işlemesini devam ettiren, gerekli tüm maddeleri gereken yerlerde var eden ve böylece proteinleri yaratan sonsuz ilim ve kudret sahibi olan Allah’tır.
AMİNO ASİTLERİ BİRLEŞTİREN ÖZEL BAĞLAR
Atomları ve molekülleri bir arada tutan çeşitli kimyasal bağlar vardır. Bu bağlar iyonik, kovalent ve zayıf bağlar olarak üçe ayrılır. Bunlardan kovalent bağlar, proteinlerin yapı taşı olan amino asitlerdeki atomları bir arada tutarlar. Zayıf bağlar ise amino asit zincirini, katlanarak aldığı özel üç boyutlu biçimde sabit tutarlar. Yani eğer zayıf bağlar olmasa, amino asitlerin bir araya gelmesiyle oluşan proteinlerin üç boyutlu fonksiyonel biçimlerini almaları imkansızdır. Proteinlerin olmadığı bir ortamda ise canlılıktan söz edilemez.
İşin ilginç yanı ise, hem kovalent bağların hem de zayıf bağların ihtiyaç duydukları ısı aralığının yeryüzünde hüküm süren ısı aralığı oluşudur. Oysa zayıf bağlar ile kovalent bağların yapıları ve özellikleri birbirinden tamamen farklıdır, aynı ısıya ihtiyaç duymalarını gerektiren hiçbir doğal sebep yoktur.
C:\Users\kişi\Desktop\protein.gif
Buna rağmen her iki kimyasal bağ da, ancak yeryüzündeki dar ısı aralığı içinde kurulabilir. Eğer kovalent bağlar ile zayıf bağlar farklı ısı aralıklarında işleselerdi, canlılardaki protein oluşumu yine imkansız hale gelirdi. Çünkü proteinlerin oluşumu bu iki kimyasal bağın da aynı anda birlikte kurulmasına bağlıdır. Yani amino asit dizilimini sağlayan kovalent bağların kurulabildiği ısı aralığı, zayıf bağlar için uygun olmasa, protein üç boyutlu son şeklini alamaz, anlamsız ve etkisiz bir zincir olarak kalırdı. Aynı şekilde, zayıf bağların kurulabildiği bir ısıda kovalent bağlar kurulamasa, amino asitler birleşemeyeceği için daha ortaya bir protein zinciri bile çıkamazdı.
“Ben gerçekten, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a tevekkül ettim. O’nun, alnından yakalayıp-denetlemediği hiçbir canlı yoktur. Muhakkak benim Rabbim, dosdoğru bir yol üzerinedir (dosdoğru yolda olanı korumaktadır.)” (Hud Suresi, 56)

İNSAN RUHU TESADÜFLE AÇIKLANAMAZ


Gerçekte evrim teorisinin tesadüf iddiasının mantıksızlığı tartışma gerektirmeyecek kadar açık ve ortadadır. Evrimcilerin iddiası, şehrin ortasındaki büyük bir gökdelenin, yağmurun, fırtınanın etkisiyle molozların, taşların tesadüfen biraraya gelmesi sonucunda ortaya çıktığını iddia etmekle aynı saçmalıktadır.
Evrimciler, özetle, cansız maddenin uzun zaman verildiğinde canlanıp hücreler oluşturduğuna, bu hücrelerin kendilerine isabet eden mutasyonlar ve aralarındaki “rekabet” sonucunda, Stephen Hawking, Albert Einstein, Frank Sinatra, Mari Curie gibi insanları, filleri, kelebekleri, balıkları, yaseminleri, limonları veya akasya ağaçlarını oluşturduğuna inanmaktadırlar.
Hiçbir bilimsel bulguya dayanmayan bu iddialarında karşılaştıkları en büyük zorluklardan biri ise, insan ruhuna ait özellikleri açıklamaktır. Cansız maddelerin ve tesadüflerin nasıl olup da, düşünen, sevinen, gülen, üzülen, heyecanlanan, sanat eserleri meydana getiren, moda oluşturan, beste yapan, sevdiği şarkı çalınca coşku duyan, gözlemenin kokusundan zevk alan, yoğurdun tadını seven, özleyen, dost olan, buluşlar keşifler yapan, devlet yöneten, uzaya giden insanları oluşturduğunu kesinlikle açıklayamazlar.
http://www.harunyahya.org/bilim/tesaduf/res/044.jpg

Gökleri ve yeri hak olmak üzere yarattı ve size düzenli bir biçim (suret) verdi; suretlerinizi de güzel yaptı. Dönüş O’nadır.(Teğabün Suresi, 3)
http://www.harunyahya.org/bilim/tesaduf/res/033.jpg
Evrimciler tüm varlıkların tesadüflerin eseri olduğunu iddia etmektedirler. Bu batıl inanca göre zaman içinde tesadüflerin yardımı ile “ilkel çorba” adını taktıkları çamurlu sudan canlılar türemiş ve gelişerek insanlara dönüşmüşlerdir. Insan bedenindeki estetik ve simetriyi zamanın yardımı ile meydana getiren tesadüf isimli ilah, bununla da yetinmemiş ve insan zekasını ve duygularını meydana getirmiştir. Her ne kadar bilimsel terimlerin arkasına gizlenseler de evrimi savunanların temelde iddia ettikleri, bu çarpık mantıktır.
http://www.harunyahya.org/bilim/tesaduf/res/012e.jpg Şüphesiz biz insanı, karmaşık olan bir damla sudan yarattık. Onu deniyoruz.Bundan dolayı onu işiten ve gören yaptık.(İnsan Suresi,2)
Evrimci bilim yazarı Roger Lewin:
“Fiziksel anlamda, insanın evrimi hakkındaki herhangi bir teorinin, güçlü çeneleri ve iri kesici dişleri olan ve bizden dört kat hızlı koşan maymun benzeri bir atanın nasıl yavaş yavaş, iki ayaklı bir hayvana dönüştüğünü açıklaması gerekir. Bu güçlere aklı, konuşmayı ve ahlakı ekleyin, bunların hepsi evrim teorisine baş kaldırmaktadır.” (John Peet, The True History Mankind, http://www.mesozoic.demon.co.uk/mankind.htm)
İnsan, bilinçli, irade sahibi, düşünebilen, konuşabilen, akledebilen, karar verebilen, muhakeme yapabilen bir varlıktır. Tüm bu özellikler Allah’ın insanı ruh sahibi kılmasının bir sonucudur. Ancak evrimcilerin iddialarına göre ülkeleri için politik, sosyal, ekonomik kararlar alan başarılı başarısız, gelmiş geçmiş tüm devlet adamları da tesadüflerin yönettiği (!) hayali mekanizmalar sonucu var olmuşlardır. Bu iddianın imkansızlığını Darwin de fark etmiş ve kitabında şöyle demiştir:
“Son iki bölümde, insanın, vücut yapısında aşağı bir biçimden türediğinin izlerini taşıdığını gördük, ama insan zihin gücü bakımından bütün öbür hayvanlardan öylesine farklıdır ki, varılan bu sonuçta bir yanlışlık olabileceği ileri sürülebilir.” (Charles Darwin, İnsanın Türeyişi, Onur Yayınları, Nisan 1995, s.85)
http://www.harunyahya.org/bilim/tesaduf/res/022.jpg
Darwinistler tesadüfleri üstün bir akıl gibi sunan, ardı ardına meydana gelen milyonlarca tesadüfün toplamını “yaratıcı bir güç” olarak gösteren batıl bir fikrin savunucularıdır. Darwinistlere göre tesadüfler, dünyadaki bütün insanların aklından çok daha büyük bir akla sahiptirler. Yüz binlerce yıldır gelip geçmiş ne kadar insan varsa, hepsinin beynini, aklını, düşünme kabiliyetini, muhakeme ve hafıza gücünü, fiziksel özelliklerini ve daha yüzlerce binlerce özelliğini şekillendirenin, ‘tesadüf’ isimli bu ‘deha’ olduğunu iddia ederler. Darwinistlere göre, dünyanın en zeki, en bilgili bilim adamlarının üstün teknoloji ile üretemediği hücreyi, tesadüfler şuursuz atomları kullanarak üretebilmişlerdir. Dahası bu tesadüfler Einstein, Pasteur, Galilei, Newton gibi dehaları da meydana getirebilmişlerdir. Elbette bu iddialar son derece akıl dışıdır. Tüm varlıkların yaratıcısı sonsuz kudret sahibi olan Yüce Allah’tır.
http://www.harunyahya.org/bilim/tesaduf/res/1313.jpg
Evrimcilerin iddiası, zaman ve tesadüf ikilisinin çamurlu suyu; yetenekli, zeki, başarılı, estetik zevke ve güzelliğe sahip, kusursuz bir görme ve duyma kabiliyeti taşıyan varlıklara dönüştürdüğüdür.Şimdi düşünün: Bu sayfalarda resimlerini gördüğünüz, yetenekleri ve başarıları ile tanınan insanlar tesadüf, zaman ve çamurlu su üçlüsünün eseri olabilirler mi? Tesadüfen meydana geldiği iddia edilen varlıklar sanattan,estetikten zevk alabilirler mi? Bu varlıklar tesadüflerin eseri olsalar senaryolar yazıp, beste yapıp, film yönetip, rol yapabilirler mi? Böyle varlıklar Oscar ödülünü kazanabilirler mi? Tesadüflerin meydana getirdiği varlıkların hayal gücü olabilir mi, yüzlerce sayfalık romanlar yazabilirler mi? Elbette ki tüm bu soruların tek cevabı vardır: Hayır. Tesadüfler, ne kadar zaman verilirse verilsin, çamurlu suyu bir insana dönüştürüp, sonra da o insana bu özellikleri kazandıramazlar. Sadece bu soruların cevapları dahi evrim teorisini çökertmeye yeterlidir. Açıktır ki, tüm bunları başarabilen varlıklar ancak üstün bir ilim ve güç sahibi Allah’ın yaratışının eserlerindendirler. Allah onları bu yeteneklerle yarattığı, sanatçılığı, rol yapmayı ilham ettiği, seslerini güzel yarattığı için onlar yetenekli sanatçılardır. Bu nedenle başarılıdırlar.
http://www.harunyahya.org/bilim/tesaduf/res/1111.jpg

Ey insanlar, gerçekten, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi halklar ve kabileler (şeklinde) kıldık. Şüphesiz, Allah katında sizin en üstün (kerim) olanınız, (ırk ya da soyca değil) takvaca en ileride olanınızdır. Şüphesiz Allah, bilendir, haber alandır.(Hucurat Suresi, 13)
Dünya üzerinde yaklaşık 7 milyar insan yaşamaktadır. Bu insanlar 14 milyar kusursuz görme sistemine ve yine 14 milyar kusursuz duyma sistemine sahiptir. İnsanların sahip olduğu görme sistemleri öylesine gelişmiştir ki, bugün en ileri teknoloji ile üretilen hiçbir kamera gözlerin insana sunduğu görüntü kalitesine ulaşamamaktadır. Yine insanın sahip olduğu kulaklar, günümüzün ultra modern ses sistemlerini tamamen geride bırakmaktadır. Ama Darwinistler, en gelişmiş teknolojinin “boy ölçüşemeyeceği” bu görme ve duyma sistemlerini kör tesadüflerin inşa ettiğine inanmaktadırlar.Bu garip iddiaya göre tesadüf+çamur+zaman üçlüsü biraraya gelmiş, insan aklının ve tecrübesinin ulaşamadığı bir teknolojiyi meydana getirmişlerdir. Üstelik, son derece akılcı ve titiz bir çalışma yapmış, bu sistemlerden 7 milyar insanın her birinde birer çift oluşmasına olanak vermişlerdir.Kuşkusuz bu iddia açıkça göstermektedir ki, evrimciler bu üç gücün “ilah” özelliğine sahip olduklarını düşünmekte, adeta bir teslis inancı taşımaktadırlar.
http://www.harunyahya.org/bilim/tesaduf/res/077.jpg

Tesadüfen biraraya gelen şuursuz ve cansız atomlar düşünemezler, fizik kanunlarını bilemezler, matematiksel hesaplar yapamazlar, mühendis olup tonlarca suyu tutan dayanıklı barajlar, devasa gökdelenler inşa edemezler, bilgisayar kullanamazlar, piyano çalıp, hoşa giden besteler yapamazlar.